23 Eylül 2015 Çarşamba

Bayramüzeri Vezirparmağı :)


Merhaba arkadaşlar,

Gülerek başladıysak eğer bu kez de sizlere bir tarif sunmak için burada bulunuyorum. Biliyorum, şimdi “Nergiz, ev zaten dandini, yemek telaşesi bir yandan, sen de uzun uzun tarif mi yazacaksın bize?” diye dediyinizi duyar gibiyim ama merak etmeyin… Vereceğim tarif geleneksel olduğu kadar, basit, lezzetli ve de en önemlisi hafif. Bu tarifi bir gün önce sevgili Seyhan paylaşmıştı. Ben de hiç huyum olmayan bir şekilde hemen sabahına tarifi yaptım ve ev halkı tarafından beğenilerek yendi. Tarifi aşağıdaki linkte paylaşıyorum, tabii ki, Seyhan’cığımın bloğundan. Ve buradan kendisine, sık sık böyle güzel tarifler paylaşması temennisinde bulunuyorum ;)

Bu da benim sunum örneğim;
Laf aramızda Türk kahvesiyle muazzam uyumlu. Bu arada Seyhan’cığımın fotoğrafları kadar güzel olmasa da ondan kopya çektim ;)













Bu arada tarif hakkındaki fikirlerime gelirsek, başta da dediğim gibi Vezirparmağı tatlısı geleneksel olduğu kadar, basit, lezzetli ve de en önemlisi hafif… Uyarmadan geçemeyeceğim bu tatlıyı irmik sevmeyenler, şerbetli tatlı sevmeyenler zaten es geçsin. Ama yine de denenmeye değer.
Şimdiden afiyet olsun.
Not: Sizler de denedikten sonra fikirlerinizi paylaşmayı unutmayın. Şimdiden iyi bayramlar ve iyi tatiller ;)

19 Eylül 2015 Cumartesi

Bu Haftanın Filmi Burak Aksak'dan...


Merhaba arkadaşlar...
Geçen hafta da söylediğim gibi yavaş yavaş sinema sezonu açılıyor. Bu haftaki filmimiz de yerli yapımlardan 'Kara Bela'...

Hepimizin 'Leyla ile Mecnun'un senaristliğinden tanıdığı, 'Bana Masal Anlatma'nın da senaristi ve yönetmeni Burak Aksak yine güzel ve absürt komediye imza atmış.


Kadroda yine Leyla ile Mecnun'dan Erdal Bakkal olarak tanıdığımız Cengiz Bozkurt filmin yükünü omuzlamış diyebiliriz. 

Bunun haricinde kadroda; Seda Bakan, Erkan Kolçak Köstendil, Cihan Ercan, Tarık Ünlüoğlu, Berat Yenilmez, İştar Gökseven, Erdal Tosun yer alıyor.

Filmin konusuna gelirsek; Hayatı hep kuralına göre yaşamış Kudret’in düzeni yaşadığı sürpriz olaylarla tepetaklak olur. O da çok sevdiği arabasına atlayıp Antep'e doğru yola çıkar. Yolculuk boyunca hem arabasının hem de Kudret'in başına gelmeyen kalmaz. Kudret yüzlerce kilometrenin sonunda hem dostluğun önemini keşfedecek hem de kuralsız yaşamın keyfini öğrenecektir (www.beyazperde.com ‘dan alıntıdır).
Benim yorumlarıma gelirsek, Burak Aksak özellikle, toplumda kemikleşmeğe çalışan Amerikan kültürüne yoğun şekilde eleştiri getirmiş.
Çevreci olmaya, kamu spotlarına ve gündem klişelerine uğramadan geçmemiş Burak Aksak.
Bu filmde dikkatimi ise en çok önceleri fazlaca antipatik bulduğum ‘Ulan İstanbul’la mahallemizin delikanlısı haline gelen Erkan Kolçak Köstendil (Güven) sempatisiyle gönlümü kazandı.


Tabi bunlar benim yorumum. Sizler de izledikten sonra yorumlarınızı eklemeyi unutmayın ;)

Burak Aksak Kimdir?

İlköğrenimini Yedikule’de, orta öğretimini ise Koca Mustafa Paşa Lisesinde tamamlamıştır. Şu an hâlâ Eskişehir Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde okumaktadır. 2006 yılında kazandığı bursla Plato Film Okuluna girmiştir. Ayrıca Ekol Drama Sanat Okulu’nda “Kamera Önü Oyunculuğu" eğitimi vermektedir. Televizyon hayatına kuzeni Selçuk Aydemir'le beraber senaristliğini yapıp yönettiği TRT’de yayınlanan ‘Ramazan Güzeldir’ dizisiyle başlayan Burak Aksak, yine TRT'de Onur Ünlü'nün yönettiği ‘Leyla ile Mecnun'un senaristliğini yapmıştır. ‘Leyla ile Mecnun’ dizisi yayından kaldırılınca ‘Ben de Özledim’ dizisinde senaristlik yapmaya devam etmiştir. BKM'nin yapımını üstlendiği, 9 Ocak 2015'de vizyona girmiş olan ‘Bana Masal Anlatma’ adlı sinema filminin hem senaristi hem de yönetmenidir. 2013 yılından günümüze aylık yayınlanan OT Dergi'de düzenli olarak yazmaktadır (Özgür Ansiklopedi www.vikipedi.com ‘dan alıntıdır).

14 Eylül 2015 Pazartesi

Dab6e (Dabbe 6)

Merhaba arkadaşlar...
Uzun zamandır sinema yazılarına ara vermiştim. Gerek iş yoğunluğu, gerek ikinci kitabın hazırlıkları, gerek de ki, akademik alanda ilerleme ne yalan söyleyeyim fazlasıyla yordu beni. Doğal olarak bu dönemde ne doğru düzgün sinemaya gidebildim, ne de bloğuma vakit ayırıp izlediklerim hakkında fikirlerimi beyan edebildim. Zaten yaz dönemine de girdiğimiz için sinema bu sektörde bir defaya mahsus da olsa birkaç sinema filmiyle boşalan sinema salonlarında şanslarını deneyen filmlerle doldu taştı (Tamam tamam, abartmayalım, herhangi bir dolup taşma yok. İç güveysinden hallice diyelim)... 

Neyse, fazla uzattık yine girizgahı. Biz de dün arkadaşımla görüşmüşken sinema sezonunu da açalım dedik ama yine de vizyonda doğru düzgün filmlerin gelmediğini farkettik, bunun üzerine Hasan Karacadağ'ın serisinin son filmi olan "Dabbe 6"yı izledik. Genel olarak sinema sektöründe bu tarz filmler çerezlik alana girseler de kendi içinde kurgusu, mantığı, bir düzeni olan filmler olmalıdır. Serinin diğer filmlerini de az çok izlediğim için bu konuda söz söyleme yetkisini kendimde görüyorum. Ne kadar da sinema eleştirmeni olmasak da bir izleyici olarak kötü filmlerden de kendimize bir paye çıkarmalıyız diye düşünüyorum. İsterseniz bu noktada filmin fragmanını izleyin öyle devam edelim. Fragman için buraya tık tık .

Farkındayım birazcık gerildiniz :) Neyse, konumuza geri dönelim. Filme bu kadar uzun bir girizgah yaptığıma göre arkasından pek iyi şeyler gelmeyeceğini tahmin etmişsinizdir. Öncelikle, filmde rahatsız olduğum noktalara değinelim: 
  • Türk korku filmi yönetmenlerinin 'cin', 'peri' ve bilumum görünmeyen varlıklara yönelme nedenlerinin arasında yıllardan beri söylenen "Bizi vampirle, zombiyle mi korkutacaksınız? Bunlar bizim kültürümüzden olan korku temaları değil ki?" mazereti var. Doğal olarak da bu alanda 10 korku filmine imza atmış Hasan Karacadağ da yine aynı temalardan yola çıkmış. Ve bu klişe geleneksel anlamda korkuyu seçenler için iyi bir nokta olabilir. Kısacası ne izleyeceğinizden bihaber gitmeyin.
  • Senaryoda o kadar ayrıntı ve bilgi var ki, bir noktadan sonra izleyici, hele de dikkatli değilse, neydi, nasıl oldu ve en önemlisi olaylar arasında bağlantı kurma sorununu yaşıyor.
  • Yukarıda söylediğim nedenlerden ötürü ya senarist ya da yönetmen bir noktadan sonra hikayeden kopmuş ve bu filme yansımış.
  • Yine ''Yaşanmış olaylardan alıntılanmıştır" klişesine başvurulmuş. Eskiden bu cümle insanların korkusu üzerinde etkili olabiliyordu ama şimdilerde bu tarz hikayeler o kadar çoğaldı ki, içimizden inanmak pek gelmiyor.
  • Senarist başta ne yaptığını unutarak diğer bölümlere geçmiş. Yine yukarıda söylediğim gibi hikayedeki kopukluklara gelip dayanıyor.
  • Bitmesi gereken yerde gereksizce uzatılmış.
  • Efektlerde birazcık ucuza kaçılmış.
  • Ve en önemlisi korku seslerle sağlanmaya çalışılıyor. O yüzden filme girmeden ağrı kesicinizi alıp öyle girin.
  • Özellikle, ki eminim siz de farkedeceksiniz, Zeren karakterini canlandıran oyuncu Sema Şimşek inanılmaz donuk oynamış. Filmin cansızlığını model ablamıza borçluyuz diyebiliriz.
Yine de verilen emekleri görmezden gelemeyiz ve yönetmenimize başarılar dileriz.

14 Ağustos 2014 Perşembe

“Ben Zalimler Çağında Yaşayan Bir Alçaktım”


Efendim, yaz ayının son günlerinden mütevellit insanın eli kolu eriyip gidecek zannına kapılıyoruz. Zira gerçekten de sıcak zamanlar geçiriyoruz, her anlamda. Seçimler bitti insanlar durgunlaştı da edebiyat olduğu yerde, kalbimizdeki mekanında taht kurmaya devam ediyor.
Ben de, mevsime uydum yine mevsim tadında kitap listemi aldım, oturdum yavaş yavaş okumaya. Kitap yazmanın yanı sıra, kitap okumak da bir sanattır efenim. Öyle her mevsim, her saat bir kitabı okuyamazsınız. Bunda yazarın mevsimlik duygularının esere yansıması da söz konusudur.
Polisiyeyi, bir zamanlar hatta geçen sene Ahmet Ümit imza gününe kadar sevmiyordum aslında. Herşey “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”ni okumamla başladı. Bir anda Ahmet Ümit kavramı bende farklı bir noktaya oturdu. Polisiyeyi edebiyattan saymayan, sanat değeri vermeyen insanlar çok. Bunun nedeni belki de polisiye filmlerin bir benzeridir aslında. Yani, hikayenin sonunu bilmek ikinci bir okuma isteyi uyandırmıyor. Ama size garantisini verebilirim ki, Ahmet Ümit romanları kitabı bitirdikten sonra bile uzun süre etkisinden kurtulamadığınız bir edebiyat. Bu konuda yine Ahmet Ümit Notos ekibiyle hazırladığı ‘Notos 46. Sayı Haziran-Temmuz’ sayısını bulursanız mutlaka inceleyin. Zira polisiyenin tarihi geçmişi hakkında daha çok bilgi edinebilir, bir çok polisiye kitap listesi yapabilirsiniz, ilginize sunulur. Neyse, genelden konuşmayı bırakıp özele yani, esere geçsek daha mantıklı olur zannımca.
Başlıktan anlayanlar olmuştur belki, ama ben yine de söyleyeyim eserin ismini ‘Patasana’. Gerçekten de hem polisiye romanı okuyayım, hem sanattan da ödün vermeyeyim, hem de ülkemin bir kısım tarihi dokusunu tanıyayım diyorsanız Ahmet Ümit’in ‘Patasana’ romanı bu konuda biçilmiş kaftan. Gelin isterseniz, kitabın arka kapağından yola çıkarak biraz bilgi vereyim size.


Arka Kapak
“Gaziantep yakınlarındaki antik Hitit kentinde bir kazı. Üç bin yıl önce yazılmış tabletler. Tabletlerin bulunmasıyla başlayan cinayetler. Yazman Patasana’nın itirafları. Parlak Güneydoğu güneşinin altında karanlık sırlar… Hititlerin tükenişi, Asurlular… Osmanlı’nın son dönemleri, Ermeniler… Günümüz Türkiyesi, Kürtler… Akan kardeş kanı… Bu toprakların değişmeyen yazgısı: Şiddet ve Aşk… Bu topraklardaki kanlı tarihe bir ağıt… Bu toprakların zengin kültürüne bir güzelleme…
Kitabın arka kapağında yazılanlara baktığınızda aslında sizin ait olduğunuzu düşündüğünüz ana başlıkları görebilirsiniz. Ama bu Patasana’yı kısıtlamak olur. Bir de yazarın bakış açısından bakarsanız esere, daha farklı yönler görürsünüz tabi. Grup başkanlığını yürüten arkeolog Esra’nın üzerinde büyük bir yük vardır. Hem üniversitesinin hem de Almanya Üniversitesi’yle ortak yürüttükleri ortak çalışma ona büyük bir sorumluluk yüklemektedir. İlk defa kazı başkanlığı yapması yetmezmiş gibi bir de halkın kafasını karıştıran seri üç cinayet halkın mevcut batıl inançlarını uyandırıyor. Hatta iş o raddeye geliyor ki, bu uyanış ekibe kadar uzanıyor.
Gaziantep kültürüyle ilgili ilginç bilgiler edineceğiniz bu kitap, her satrı tarih, edebiyat, sosyoloji ve coğrafya kokuyor. Bu kitabı bir polisiye romanı olarak elinize aldığınızda daha işin başında kitaba haksızlık etmiş olursunuz. Galiba, Ahmet Ümit romanlarının bu yönünü seviyorum. Yeni neslin, unutulmuş tarihine bir çok noktada ışık tutuyor. Bir gizem romanı olarak başlıyorsunuz ama bitirdiğinizde bir çok alanda donanmış olarak ayrılıyorsunuz kitaptan.
İsterseniz Patasana’nın kil tabletlerinden biraz alıntı yapalım, belki o zaman nasıl bir tarihi dokuya nüfus ettiğinizi anlarsınız:
“Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçakların en acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavukluk, aklını düşmanlıkla besleyen sinsi bir saray yazmanı. Bedenine sinmiş soylu nefretini, görkemli giysilerin yüzündeki derin acıyı, tunçtan daha katı bir mutluluk maskesinin ardına gizleyerek Hatti kralının emrine koşan ikiyüzlü bir tören adamı.
Sevdiği kadın, aşkı uğruna ölürken, kralına bağlılığın vakarıyla ellerini göğsünde kavuşturarak sessiz kalmayı, aşkı için ölmenin yüceliği yerine, sarayın taş duvarlarında büyüyen kendi değersiz varlığının görkemli gölgesine sığınmaktan çekinmeyen, sefihlerin en rezili. Ben ölüler içinde yüzen, ben, tanrılar tarafından alnına, ‘Sonsuza kadar acılar içinde kıvranacaktır,’ yazılan Saray Başyazmanı Patasana.”
Bu kadar yazı, bu kadar anlatım bize yetmedi, biraz daha içerik derseniz o zaman bu sıcakta kitap aşkıyla gözünüzü kör edip, kitapçınızın yolunu tutacaksınız. Benim gördüklerimden, anladıklarımdan daha fazlasını edinip edebiyat hanenize bir ‘yapıldı’ işareti koyacaksınız.

Şimdilik bu kadar. Kitapla, edebiyatla ve huzurla kalın efendim.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Saydam Değiliz...

Toplumumuz hep bu kadar acımasız mıydı, yoksa biz bu zamana kadar gözleri kapalı mı geldik bu günlere?! Bu konuda yazdığım kaçıncı yazı bilmiyorum, ama bu konuya ne zaman değinsem, yeni bir çocuk, yeni bir kadın istismarı kabusuyla karşılaşıyor, yaşama, dünyaya kadın olarak geldiğim için lanet ediyorum. Zaten hata da burada başlamıyor mu? Kadın dövülür, yine kadın suçlanır; çocuk tecavüze uğrar edepli olsaydı denir; genç yaşta hayvandan bile daha aşağı mertebede tutularak evlendirilir; töremiz böyledir denilir. Ve ilk önce de biz kendimizi suçlarız. Gerçekten canlı olarak bu dünyaya gelme amacımız bu kadar mı? Satılmaya, tecavüze, dayağa mı layığız? Hangi din yazar çocuğa zulmü? Ne zamana kadar töreleri din adı altında önümüze süreceksiniz?
Kadın olmak... Her canlı gibi önce çocuk oluruz. İstediğimiz mutlu ve huzurlu aile, karnımızın doyurulması. Eskiden ve halen gündüz kuşağı kadın programlarına çıkan kadınlara, tecavüze uğradıysa, genç yaşta evlendirildiyse, sorulan soru "Neden hukuğa sığınmadın?" oluyor. Üzgünüm bugün bir çocuk daha hukuk tarafından mağdur edildi. Gösterilen gerekçe, "Olayın ruhsal çöküntü yaratmadığı"nın belirtildiği raporda, cinsel istismarın çocukta yarattığı travmanın zamanla açığa çıkacağı, bu nedenle de çocuğun ruhsal durumunun takip edilmesi gerektiği ifade edildi. Ve sanık tahmininiz üzere 'delil yetersizliği'nden serbest bırakıldı. İsimler farklı olsa da hikayeler hep aynı...
"İddialara göre, 44 yaşındaki H.T., sokakta arkadaşlarıyla oynayan 5 yaşındaki bir kız çocuğunu yanına çağırarak tenha bir yere götürerek istismarda bulundu.
Anne, kız çocuğunun, kollarına ve ağzına dokunulduğu zaman, "Dokunma, acıyor" demesi üzerine bir sorun olduğunu düşünerek kızından kendisine başına bir şey geldiyse anlatmasını istedi. Çocuğun, "Anlatırsam bana şeker almaz" sözleri üzerine aile polise giderek şikayetçi oldu.Çocuğun, pedagog eşliğinde ifadesinin alınmasının ardından olay ortaya çıktı. Annesi, cinsel istismara maruz kalan çocuğunun kıyafetlerini bir poşete koyarak Adli Tıp Kurumu'nda inceleme yapılabilmesi için savcılığa teslim etti. Bursa'da bir yakınının evinde saklandığı ortaya çıkan ve aynı zamanda istismar ettiği çocuğun uzaktan akrabası da olan sanık, Tunceli'ye getirildi. H.T., çıkarıldığı mahkeme tarafından geçtiğimiz kasım ayında tutuklanarak cezaevine gönderildi. Elazığ Fırat Üniversitesi, cinsel istismara maruz kalan kız çocuğunun ruh sağlığına ilişkin bir rapor düzenledi. Ve sevgili sanığımız yukarıda da dediğimiz gibi delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Tecavüzün nasıl delili olur ki? Düşüncesi bile mide bulandırmaya yetiyor.
Cinsel istismar olaylarının artışına dikkati çeken Dersim Kadın Merkezi'nden sosyolog Özlem Uç, davanın takipçisi olacaklarını belirterek, "Mazgirt'te alınan bu karar bu tür olayları arttırmaktan başka anlama gelmemektedir. Adalet yetkilileri bu kararı alırken, bu çocukların ya da bir diğerinin bu zanlılar tarafından tekrar böyle lanet bir mağduriyet yaşamayacaklarının garantisini verebilmekte midir? Tacizcileri cesaretlendiren adalet sistemimiz var oldukça biz kadınlar tehdit altında yaşamaya devam edeceğiz" diye konuştu."
Son cümleye dikkat, "Tacizcileri cesaretlendiren adalet sistemimiz var oldukça biz kadınlar tehdit altında yaşamaya devam edeceğiz." Yüce Adalet, biz insanız, yaşıyoruz, nefes alıyoruz, canlıyız! Bakın bize, saydam değiliz... Erkek egemen hukuk sistemi istemiyoruz.

14 Şubat 2014 Cuma

İyi ki Öldün Valentine!

Sevgili Valentine,
Sen bu satırları okurken, insanlar senin ölümün münasebetiyle sevdiklerine deli gibi alışveriş yapıyor olacak. Alışveriş yapmayanlar da sevdiklerinden paparayı yiyecekler. Farkındayım fazla laubali bir mektup olacak ama günümüzün cılkı çıkmış aşklarını anlatmaya böyle bir mektup fazla bile...
Hatırlar mısın bilmem, senin hikayen daha Roma İmparatorluğu zamanına dayanıyor. Bu günlerde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi Juno'ya duyduğumuz saygıdan ötürü tatil yapardık. Juno ayrıca halkımız tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. 14 Şubat'ı takip eden 15 Şubat günü ise Lupercalia Bayramı başlardı. Ne kadar önemliydi o gün bizler için... Zira yaşantıları kesin kurallarla sınırlandırılmış, bunun sonucu olarak da bir birliktelik şansı olmayan gençlerimiz, bayram süresince birbirlerinin partneri olurlardı. İşin en güzel yanı neydi biliyor musun Valentine, bu birliktelikler birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp genellikle evlilikle sonlanıyordu. Ta ki, zalim İmparator II. Claudius, Roma'yı kendi katı kuralları ile zalimce yönetene kadar. İmparatorumuzun en büyük  problemi ordusunda savaşacak adam bulamamaktı. Onun dediğine göre, bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriymiş. İşte bu yüzden İmparator Efendi nişan ve evlilikleri kaldırdı. Hey gidi günler hey, sen de Claudius zamanında papazlık yapıyordun. Senin gibi papaz olan Aziz Marius'la birlikte Claudius'un yasağına rağmen az çifti evlendirmediniz... Tabi ki, o elem güne kadar... Sen tutuklandın ve şehir meydanında sopayla dövülerek öldürüldün. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat Günü Hıristiyan mezarlığına gömüldün.
Şimdilerde neler oluyor sen gittikten sonra diye sorarsan, bence sorma... Zira ölümün kapitalist toplumların rantı haline geldi. Durmadan insanlara delice alışveriş yapın ki, sevdikleriniz sizi sevsin ve size saygı duysun mesajı empoze ediliyor. Ne kadar hediye o kadar sevgi. Halbuki bilmezler asıl sevginin tek bir güne sığamayıp, hergün özel olduğunu... En çok canımı acıtan ne biliyor musun, Valentine? Bu 'sevgililik oyunu'nu zariflik hayranı olan kadınlar üzerinden oynamaları. Komşuda görünce annesine koşup ağlayan çocuklar gibi, kadınlar da eşlerine, sevgililerine "Hadi beni de tek bir gün hatırla" diye ısrar ediyorlar. Ne diyeyim be sevgili Valentine, sevgi ölmüş cenaze namazı kılınıyor. Biliyor musun Müslümanlardan öğrendim bu değimi... Artık onlar da kutluyorlar bu günü. Beynelmilel oldu anlayacağın... Sevginin dili, dini, ırkı olmadığını bilirdim ama fiyatı olduğunu yeni yeni öğreniyorum.
Evet, mektubu burada bitirirken sana iç açıcı şeyler yazamadığım için bağışla beni Valentine... Ne diyeyim belki bir dahaki, mektupta yazacak güzel şeyler yaşarım. He bu arada camdan dışarı bakınca içimden dedim ki, "İyi ki ölmüşsün be Valentin... Yoksa bu zavallı insanlık, yılda bir kere de olsun 'sevgi' kelimesini kullandıkları günü nasıl hatırlardı?!
Sevgilerimle,
Roma'dan bir dost...

5 Şubat 2014 Çarşamba

Para Reklam Aracı Değildir!


Bugün bakkaldan alışveriş yaptıktan sonra ilginç bir durumla karşılaştım. Elimde üç tane madeni 1 Türk Lirası vardı ama bunlardan biri diğerlerinden farklıydı. Önce sahte para sandım ve bakkala geri döndüm. Malesef satıcı da durumdan bihaberdi. Evet, farkındayım siz de çok meraklandınız... Ama fotoğrafa dikkatlice bakarsanız sevinirim. Zira ben de baktığımda o şaşkınlıkla madeni paralar mı değişti yoksa elimdeki para mı sahte diye düşündüm. Ama eve gelip, sakin kafayla durumu incelemeye kalkınca olay çözülmeye başladı.
Madeni paranın arka yüzünde alıştığımızın aksine Atatürk'ün fotoğrafı değil de, gelenek üzerine her yıl düzenlenen "Türkçe Olimpiyatları"nın logosu vardı. Aynen şöyle yazıyor "10. yıl Türçe Olimpiyatları"... Evet, tahmin ettiğiniz üzere bu para iki yıl öncesine ait ve o dönem hatıra niteliğinde basılmış. Daha sonra derinlemesine araştırınca, zamanında bu konu bayağı eleştiri almış. Zira bu tür paralar hatıra amaçlı ve az miktarlarda basılır. Ayrıca da genellikle koleksiyonerler tarafından alınır. Ama nedense bu hatıra paraları 2000 adet basılmış ve piyasaya sürülmüş. Gördüğünüz üzere hala da piyasada ve tedavülden kaldırılmamış. İşin derinine indikçe bir çok gazetede yayınlanan haberler problemi ortaya koyuyor.
Bakın olduğu gibi alıntı yaptığım 15 haziran 2012 Milliyet gazetesinin haberinde ne diyor;
Pendik’ten arayan ve adının açıklanmasını istemeyen bir market sahibi Kurtköy Uydukent’teki marketlerinde akşam kasa hesabı yaparken madeni üzerinde Atatürk resmi olmayan 1 Türk lirasına rastladığını belirterek “Hatıra” amacıyla basılmış paraların alışverişte kullanılamayacağını ve daha önce benzer şekilde basılan paraların kullanılmadığına dikkat çekti.
“Hatıra amacıyla basıldığı belirtiliyor, fakat alışverişte de kullanılıyor. Bu kabul edilebilir değil” ifadelerini kullanan market sahibi şunları söyledi: “Paralar normal 1 TL’lere benzediği için alışveriş sırasında dikkatimi çekmemiş. Akşam paraları sayarken Türkçe Olimpiyatları 10. yıl yazısını gördüm. Birkaç tane daha çıkınca, paranın iki yüzünde de sadece yazıların olduğunu gördük. Bu paraların piyasaya sürülmesi ile insanlar yavaş yavaş bir şeylere alıştırılmak isteniyor. Atatürk resminin çıkarılarak bir cemaatin organize ettiği şenliğin Türk parası üzerine basılması çok düşündürücü ve üzücü bir durum. Ben Atatürk’e bağlı bir Türk yurttaşı olarak para üzerinden Atatürk resminin kaldırılmasını ve cemaat propagandası yapılmasını kabullenemiyorum.”
Türkçe Olimpiyatları için bastırılan paralara tepki gösteren Sevgi Kaya ise “Yurtdışında yaşayan bir cemaat liderinin organize ettirdiği etkinlik için özel para bastırılması Türkiye adına utanç vericidir. Darphane’nin bu şekilde para basması cemaatlerin yavaş yavaş toplum hafızasına kazınmasının nedenidir” dedi.
Kültür, sanat ve milli değerleri korumayı ve yaşatmayı hedefleyen hatıra paraların hazırlanmasının ilgili bakanlıkların iznine ve onayına tabi olduğunu hatırlatan Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürü Sadettin Parmaksız, “Her yıl büyük bir heyecanla bekler hale geldiğimiz Türkçe Olimpiyatları’na biz de bastırdığımız bu paralarla destek veriyoruz” dedi. (Cumhuriyet)
Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, cemaatin Türkçe Olimpiyatları için 2 bin adet hatıra para basarak satışa sundu. Hatıra paranın yanı sıra olimpiyat logolu 1 milyon adet madeni 1 TL de tedavüle sürüldü.
Hazırlanan paranın bir yüzünde Türkçe Olimpiyatları logosu, diğer yüzünde ise bu yıl seçilen 'İnsanlık el ele' sloganı yer alıyor. 925 ayar gümüşten yapılan ve nominal değeri 50 TL olarak belirlenen hatıra paralar 100 TL fiyatıyla satışa sunuldu.
Evet, bilmiyorum şu anda ne düşünüyorsunuz ama galiba sorun böyle bir paranın basılması değil piyasaya sürülmesi galiba. Ve hala da piyasada... Bu paralar hatıra için basılır ve tekrar söylüyorum koleksiyon görevi taşır. En azından üzerinde iki yıl geçmesine rağmen para hala piyasada ve elden ele dolaşıyor. Ve lütfen, para eğer bir milletin temsillerinden biri ise bunu reklam aracı olarak kullanmaktan vazgeçilmeli!
Bugün bakkaldan alışveriş yaptıktan sonra ilginç bir durumla karşılaştım. Elimde üç tane madeni 1 Türk Lirası vardı ama bunlardan biri diğerlerinden farklıydı. Önce sahte para sandım ve bakkala geri döndüm. Malesef satıcı da durumdan bihaberdi. Evet, farkındayım siz de çok meraklandınız... Ama fotoğrafa dikkatlice bakarsanız sevinirim. Zira ben de baktığımda o şaşkınlıkla madeni paralar mı değişti yoksa elimdeki para mı sahte diye düşündüm. Ama eve gelip, sakin kafayla durumu incelemeye kalkınca olay çözülmeye başladı.
Madeni paranın arka yüzünde alıştığımızın aksine Atatürk'ün fotoğrafı değil de, gelenek üzerine her yıl düzenlenen "Türkçe Olimpiyatları"nın logosu vardı. Aynen şöyle yazıyor "10. yıl Türçe Olimpiyatları"... Evet, tahmin ettiğiniz üzere bu para iki yıl öncesine ait ve o dönem hatıra niteliğinde basılmış. Daha sonra derinlemesine araştırınca, zamanında bu konu bayağı eleştiri almış. Zira bu tür paralar hatıra amaçlı ve az miktarlarda basılır. Ayrıca da genellikle koleksiyonerler tarafından alınır. Ama nedense bu hatıra paraları 2000 adet basılmış ve piyasaya sürülmüş. Gördüğünüz üzere hala da piyasada ve tedavülden kaldırılmamış. İşin derinine indikçe bir çok gazetede yayınlanan haberler problemi ortaya koyuyor.
Bakın olduğu gibi alıntı yaptığım 15 haziran 2012 Milliyet gazetesinin haberinde ne diyor;
Pendik’ten arayan ve adının açıklanmasını istemeyen bir market sahibi Kurtköy Uydukent’teki marketlerinde akşam kasa hesabı yaparken madeni üzerinde Atatürk resmi olmayan 1 Türk lirasına rastladığını belirterek “Hatıra” amacıyla basılmış paraların alışverişte kullanılamayacağını ve daha önce benzer şekilde basılan paraların kullanılmadığına dikkat çekti.
“Hatıra amacıyla basıldığı belirtiliyor, fakat alışverişte de kullanılıyor. Bu kabul edilebilir değil” ifadelerini kullanan market sahibi şunları söyledi: “Paralar normal 1 TL’lere benzediği için alışveriş sırasında dikkatimi çekmemiş. Akşam paraları sayarken Türkçe Olimpiyatları 10. yıl yazısını gördüm. Birkaç tane daha çıkınca, paranın iki yüzünde de sadece yazıların olduğunu gördük. Bu paraların piyasaya sürülmesi ile insanlar yavaş yavaş bir şeylere alıştırılmak isteniyor. Atatürk resminin çıkarılarak bir cemaatin organize ettiği şenliğin Türk parası üzerine basılması çok düşündürücü ve üzücü bir durum. Ben Atatürk’e bağlı bir Türk yurttaşı olarak para üzerinden Atatürk resminin kaldırılmasını ve cemaat propagandası yapılmasını kabullenemiyorum.”
Türkçe Olimpiyatları için bastırılan paralara tepki gösteren Sevgi Kaya ise “Yurtdışında yaşayan bir cemaat liderinin organize ettirdiği etkinlik için özel para bastırılması Türkiye adına utanç vericidir. Darphane’nin bu şekilde para basması cemaatlerin yavaş yavaş toplum hafızasına kazınmasının nedenidir” dedi.
Kültür, sanat ve milli değerleri korumayı ve yaşatmayı hedefleyen hatıra paraların hazırlanmasının ilgili bakanlıkların iznine ve onayına tabi olduğunu hatırlatan Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürü Sadettin Parmaksız, “Her yıl büyük bir heyecanla bekler hale geldiğimiz Türkçe Olimpiyatları’na biz de bastırdığımız bu paralarla destek veriyoruz” dedi. (Cumhuriyet)
Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, cemaatin Türkçe Olimpiyatları için 2 bin adet hatıra para basarak satışa sundu. Hatıra paranın yanı sıra olimpiyat logolu 1 milyon adet madeni 1 TL de tedavüle sürüldü.
Hazırlanan paranın bir yüzünde Türkçe Olimpiyatları logosu, diğer yüzünde ise bu yıl seçilen 'İnsanlık el ele' sloganı yer alıyor. 925 ayar gümüşten yapılan ve nominal değeri 50 TL olarak belirlenen hatıra paralar 100 TL fiyatıyla satışa sunuldu.

Evet, bilmiyorum şu anda ne düşünüyorsunuz ama galiba sorun böyle bir paranın basılması değil piyasaya sürülmesi galiba. Ve hala da piyasada... Bu paralar hatıra için basılır ve tekrar söylüyorum koleksiyon görevi taşır. En azından üzerinde iki yıl geçmesine rağmen para hala piyasada ve elden ele dolaşıyor. Ve lütfen, para eğer bir milletin temsillerinden biri ise bunu reklam aracı olarak kullanmaktan vazgeçilmeli!